Yurttan Haberler

10 Ekim Cuma Hutbesi ve Vaaz

10 Ekim 2025 Cuma hutbesi ve vaaz vatandaşlar tarafından merak edilmeye başlandı.

Abone Ol

10 Ekim 2025 Cuma hutbesi ve vaaz vatandaşlar tarafından merak edilmeye başlandı.

“Zalimlerin yanında olmayın; sonra ateş sizi de yakar. Allah’tan başka dostlarınız olmadığına göre bir yerden yardım da göremezsiniz!” (Hud, 11/113)

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

اتَّقُوا الظُّلْمَ فَإن الظُّلْمَ ظُلُمَاتٌ يَوْمَ الْقِيَامَةِ

“Zulümden kaçınınız. Çünkü zulüm kıyamet gününde karanlıklar gibi karşınıza çıkar.” (Müslim; Bir 56)

Mekke’de cehaletin kol gezdiği yıllardı. Müşrikler her türlü kötülüğü yapıyor, güçlü olanlar zayıfları eziyordu. Mekke dışından gelenler ise hepten korumasızdı. Şehrin nüfuzlu kişileri kendi menfaatlerini beslemek üzere onları zalimce sömürüyordu. Hz. İbrahim (a.s.) ile oğlu Hz. İsmail’in (a.s.) yaptığı kutsal mabedin etrafında zalimler destekleniyor, mazlumların feryatlarına ise kulak tıkanıyordu.

İşte bu dönemde Yemenli bir tacir, mallarını Kureyş’in önde gelenlerinden biri olan Âs b. Vâil’e satmıştı. Ama Âs b. Vâil’in ne parayı ödemeye ne de malı geri vermeye niyeti vardı. Yemenli tacir, nüfuzlu kabileleri dolaştı. Yapılan zulmü anlatıp yardım istedi. Fakat yardım göreceği yerde azar işitince Ebû Kubeys Dağı’na çıkıp Âs b. Vâil’in zulmünü tüm Mekkelilere yana yakıla söylediği bir şiirle haykırdı.

İşte o zaman kalplerinde adalet duygusunu yaşatanlar, Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde toplandılar ve bu kutsal şehirde zulmü kaldıracaklarına dair bir anlaşmaya vardılar. Aralarında o zamanlar henüz yirmi yaşlarında bulunan Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de vardı. Yapılan bu anlaşmaya göre ister Mekkeli olsun isterse Mekke dışından gelsin hiç kimse zulme uğramayacak, mazlumun hakkı mutlaka geri alınacaktı. İlk iş olarak Yemenlinin hakkı, Âs b. Vâil’den alındı. Artık kim haksızlığa uğrasa bu adil insanlara koşuyor ve hakkını arıyordu. Bu kutlu harekete, “Erdemliler Antlaşması” anlamına gelen “Hilfü’l-fudûl” dendi. (“Hilfü’l-fudûl”, DİA, XVIII, 31)

Gerçekten de zulmün sıradanlaştığı, hatta zalimlerin desteklendiği bir zamanda böyle bir hareket son derece değerliydi. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) de, “Henüz delikanlı iken amcalarımla beraber iyi insanların yapmış olduğu anlaşmada hazır bulunmuştum. Bana kızıl develer dahi verilse bu antlaşmayı bozmak istemezdim.” diyerek bu değeri ifade etmiş, (İbn Hanbel, I, 191) şayet İslâmiyet döneminde de böyle bir anlaşmaya davet edilse yine hemen katılacağını söylemişti. (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 603)

En Büyük Zulüm: Şirk Ve İnkâr

Asıl itibariyle zulüm, haksızlık etmek, hak sahibine hakkını vermemek, bir şeyi lâyığı olmayan yerde kullanmaktır. En büyük zulüm ise Allah’ın hakkını Allah’tan başkasına vermektir. Dolayısıyla sayısız nimetlerine rağmen Allah’a ortak koşmak, tam anlamıyla zulümdür. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu durum, oğluna öğütler veren Hz. Lokman’ın (a.s.) dilinden şu şekilde ifade edilmiştir:

يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۜ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ

“…Ey Oğulcuğum! Allah’a şirk koşma. Gerçekten şirk büyük bir zulümdür.” (Lokman, 31/13)

Kur’an’ın bildirdiğine göre, tek ilâh olarak Allah’ı tanımamaları ve O’nu bırakıp başka ilâhlar edinmeleri sebebiyle zalimler büyük bir azaba uğrayacak (Bakara, 2/165) ve asla affedilmeyecektir. (Nisâ, 4/48) Herhangi bir yardımcıları da olmayacaktır onların. (Hac, 22/71) İşte bu nedenledir ki hayatı boyunca hiçbir zaman haktan taviz vermeyen ve her zaman zulmün karşısında duran Resûlullah (s.a.v), öncelikle zulmün en büyüğü olan “şirk”le mücadele etmiştir.

Diğer taraftan Allah’a şirk koşmanın yanı sıra, Allah’ın ayetlerini yalanlamak Kur’an’da zulüm olarak nitelendirilmiştir;

سَٓاءَ مَثَلًاۨ الْقَوْمُ الَّذٖينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاَنْفُسَهُمْ كَانُوا يَظْلِمُونَ

“Ayetlerimizi yalan sayan ve böylece yalnız kendilerine fenalık etmiş bulunan kavmin durumu ne kötü!” (A’râf, 7/177)

Yine peygamberliğe ve peygamberlere inanmamak da ayetlerde zulüm olarak ifade edilmiştir;

وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ رَسُولٌ مِنْهُمْ فَكَذَّبُوهُ فَاَخَذَهُمُ الْعَذَابُ وَهُمْ ظَالِمُونَ

“Oysa onlara kendi içlerinden bir peygamber de gelmişti. Ama onu yalancılıkla suçladılar, bu yüzden de haksızlıklarını sürdürürken azap onları yakalayıverdi.” (Nahl, 16/113)

Zira bütün bu inkâr davranışları Yüce Yaratıcı’nın varlığını ve hükmünü kabullenmeyerek O’na karşı haksızlık etmek anlamına gelmektedir. Bu sırada insan kendisine de zulmetmekte, (Nisâ, 4/64; Nahl, 16/33) Rabbi ile sıcak bir bağ kurmanın vereceği huzur ve güveni yaşamayarak O’nun sunduğu iman ve kulluk nimetlerinin lezzetinden nasibini almayarak aslında kendisine yazık etmektedir. En ufak bir haksızlığa bile müsaadesi olmayan Rabbimiz kimseye zulmetmezken böyle bir durumda kişi kendi kendine zulmetmektedir. Bir başkasının hakkına girmese bile, hevâ ve hevesinin peşinde koşarak günah işleyen kimsenin de kendi nefsine zulmettiği aşikârdır. İşte bu durumda olanlar için Allah Teâlâ;

وَمَنْ يَعْمَلْ سُٓوءًا اَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ اللّٰهَ يَجِدِ اللّٰهَ غَفُورًا رَحِيمًا

“Kim bir kötülük yapar yahut kendine zulmeder sonra da Allah’tan bağışlama dilerse, Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur.” (Nisâ, 4/110) buyurarak rahmet kapılarını açık tutmaktadır.

Sosyal Hayatta Zulüm

Peygamberimizin (s.a.v) ifade ettiği bir kudsi hadiste Yüce Allah;

إِنِّى حَرَّمْتُ عَلَى نَفْسِى الظُّلْمَ وَعَلَى عِبَادِى فَلاَ تَظَالَمُوا

“Ben zulmü kendime ve kullarıma haram kıldım. O hâlde siz de birbirinize zulmetmeyin” buyurmuş ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde zulmün her türlüsünü yasaklamıştır. (Müslim, Birr ve sıla, 55)

Hz. Peygamber (s.a.v) de Veda Hutbesi’ni dinleyen binlerce insana şöyle seslenmiştir:

فَإِنَّ دِمَاءَكُمْ وَأَمْوَالَكُمْ وَأَعْرَاضَكُمْ بَيْنَكُمْ حَرَامٌ

“Kanlarınız, mallarınız ve onurlarınız dokunulmazdır.” (Buhârî, İlim, 9; Müslim, Kasâme, 30)

Bu aslında İslâm’da insanların zulme uğramayacaklarının belki de son kez alenen tebliğiydi. Zira Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) zulmetmemenin temel bir prensip olduğunu ifade etmiş ve,

الْمُسْلِمُ أَخُو الْمُسْلِمِ لاَ يَظْلِمُهُ وَلاَ يَخْذُلُهُ وَلاَ يَحْقِرُهُ

“Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz ve onu hor görmez” buyurmuştur. (Müslim, Birr ve sıla, 32)

İnsanların birbirleriyle ilişkilerinde zulüm, karşısındakinin sınırlarına riayet etmemek, hakkını gasp etmek veya ona adil davranmamak şeklinde tezahür edebilir. İlişkiler ne kadar yakın ve yoğun ise hak ve sorumluluklara özen göstermek de o kadar önemli hâle gelmektedir. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a.v), öncelikle birlikte yaşadıkları aile fertlerinin haklarına riayet etmeleri konusunda ashâbını sık sık uyarmıştır. Eşlerin birbirine zulüm ve eziyetini yasaklamış, erkeklere hanımlarına karşı her türlü kaba ve kırıcı davranıştan uzak durmalarını tembihlerken (Müslim, Hac, 147) hanımlara da kocalarının haklarını korumalarını öğütlemiştir. (Ebû Dâvûd, Zekât, 32)

Diğer taraftan anne baba ile evlat arasındaki ilişkide de zulmün her çeşidini yasaklayan Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), sahâbîlerden birinin diğer çocuklarını bir tarafa bırakıp sadece bir oğluna mal bağışlamasını onaylamamış;

إِنَّ لَهُمْ عَلَيْكَ مِنْ الْحَقِّ أَنْ تَعْدِلَ بَيْنَهُمْ كَمَا أَنَّ لَكَ عَلَيْهِمْ مِنْ الْحَقِّ أَنْ يَبَرُّوكَ

“Sana iyi davranmaları senin onlar üzerinde hakkındır. Ama çocuklar arasında adil davranman da onların senin üzerindeki hakkıdır.” diyerek onu ikaz etmiştir. (Ebû Dâvûd, Büyû’ (icâre), 83; İbn Hanbel, IV, 271)

Oğlu gelince öpüp kucağına alan, fakat kızı gelince ilgisiz bir şekilde yanına oturtan adamı da çocukları arasında haksızlık yaptığı için kınamıştır. (Beyhakî, Şuâbü’l-îmân, VI, 410) Aynı şekilde anne babaya ve yakın akrabaya zulmetmek yani onların hakkını tanımamak da Resûlullah’ın (s.a.v) asla tasvip etmediği davranışlardandır. Allah Resûlü (s.a.v) anne babaya eziyet ve saygısızlığı büyük günahlar arasında saymıştır. Ebû Bekre (r.a.) anlatıyor: Bir gün Allah Resûlü (s.a.v) bize “Büyük günahların en büyüğünü size haber vereyim mi?” buyurdu. Biz: Evet yâ Rasûlallah! dedik. Rasûlüllah;

‏ ‏ الإِشْرَاكُ بِاللَّهِ، وَعُقُوقُ الْوَالِدَيْنِ ‏‏

“Allah'a ortak koşmak, anaya-babaya isyan ve ezâ etmektir” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 6)

Sadece anne baba değil haklarını hiçe sayarak akraba ile ilişkiyi kesmek ilâhî rahmetten ve cennetten mahrumiyete sebep olmaktadır. Hz Peygamber (s.a.v) “Akrabalık bağını kesen cennete giremez” (Müslim, Birr, 18) buyurarak bunu vurgulamıştır.

Abdurrahman b. Avf (r.a.) Resûlüllah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

قَالَ اللَّهُ أَنَا الرَّحْمَنُ وَهِىَ الرَّحِمُ شَقَقْتُ لَهَا اسْمًا مِنَ اسْمِى مَنْ وَصَلَهَا وَصَلْتُهُ وَمَنْ قَطَعَهَا بَتَتُّهُ

Allah buyurdu ki: “Ben Rahmanım, o (akrabalık) da rahimdir. Ona kendi ismimden bir isim verdim. Kim ona iyilik yaparsa, ben de ona iyilik yaparım, kim ona iyilik yapmayı terk ederse bende ona iyiliği terk ederim.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 45)

Bir başka hadisinde ise Hz. Peygamber (s.a.v), komşuluk ilişkilerinde olumsuz davranışlarda bulunmayı da “zulüm ve haksızlık” olarak nitelendirmiştir;

وَلَا يُؤْمِنُ حَتَّى يَأْمَنَ جَارُهُ بَوَائِقَهُ

“Bir kimse, komşusu onun kötü davranışlarından güvende olmadığı sürece iman etmiş olmaz.” (İbn Hanbel, I, 388)

Komşuluk sadece aynı apartman veya sitede oturan bireyler ile sınırlı değildir. Kişi, bahçesi ve tarlasının çevresinde ki arazi sahipleriyle de komşudur ve bir başkasına zulmetmekten kaçınmalıdır. Hz. Peygamber (s.a.v) başkasının malını haksız yere gasp eden zalim kişiyle ilgili olarak,

مَنِ اقْتَطَعَ شِبْرًا مِنَ الأَرْضِ ظُلْمًا طَوَّقَهُ اللَّهُ إِيَّاهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنْ سَبْعِ أَرَضِينَ

“Kim bir karış miktar toprak parçasına haksızlıkla sahip olursa, o yerin yedi katı boynuna geçirilir.” (Buhârî, Mezâlim, 13; Müslim, Müsâkât, 137) buyurarak böyle bir zulmün cezasız kalmayacağını hatırlatmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v) zulmü yasaklarken Müslüman ve Müslüman olmayan ayrımı da yapmıyordu. Örneğin Hayber Savaşı’nda, Allah Resûlü (s.a.v), “Aman dikkat edin! Anlaşmalı olarak Müslüman topraklarında yaşayan gayrimüslimlerin mallarını haksız yere ellerinden almak helâl değildir.” (Ebû Dâvûd, Et’ime, 32) sözleriyle ashabını uyarmış muhatap gayrimüslim bile olsa zulmün haram olduğunu bildirmiştir.

Kıssa:

Abbasi Devleti Halifelerinden Harun Reşid’in oğlu Me’mun henüz çocuk iken, hocası sebepsiz yere sopayla ona vurmuştu. Me’mun:-Neden bana vurdun? diye sordu. Hocası ona sadece: -Sus! dedi. Biraz konuştuktan sonra Me’mun tekrar sordu: -Neden bana vurdun? Hocası yine: -Sus! dedi. 20 yıl sonra Me’mun halife olunca, ilk iş olarak hocasını çağırttı ve: -Bana neden sebepsiz yere vurmuştun? diye sordu. Hocası tebessüm ederek: -Onu hâlâ unutmadın mı? dedi. Halife Me’mun: -Vallahi asla unutmadım dedi. Hocası tarihe ibret olarak not düşülecek şu sözleri söyledi: “Zulme uğrayanın asla unutmayacağını öğrenesin ve kimseye zulmetmeyesin diye yaptım. Sakın ha kimseye zulmetme! Çünkü zulüm, yıllar geçse de kalpte sönmeyen bir ateştir.”

Zulme Karşı Müslümanın Tavrı ve Toplumsal Duyarlılık

Câhiliye Devri’nde Araplar, haklı haksız ayırt etmeksizin kendi kabilelerinden olanlara yardım eder ve davalarını kabile taassubuna dayalı bir dayanışma mantığıyla halletmeye çalışırlardı. (Nevevî, Şerh âle’l-müslim, XVI, 137) Söz gelimi, biri ensara diğeri muhacirlere mensup iki delikanlı bir gün kavga etmiş ve bu mantığın uzantısı olarak biri, “Yetişin ensar!” diye bağırırken diğeri, “Yetişin muhacirler!” diye kendi kabilesini yardıma çağırmıştı. Sesleri işiten Hz. Peygamber (s.a.v) olay yerine gelerek; “Bu Câhiliye çağrısı da nerden çıktı!” demiş ve kavgayı yatıştırdıktan sonra, “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşinize yardım edin.” buyurmuştu. (Müslim, Birr ve sıla, 62) Sahâbîlerden biri: “Ey Allah’ın Resûlü! Eğer mazlum ise yardım ederim, ancak zalimse ona nasıl yardım edeceğim?” Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v) şöyle cevap vermişti,

تَحْجُزُهُ أَوْ تَمْنَعُهُ مِنَ الظُّلْمِ ، فَإِنَّ ذَلِكَ نَصْرُهُ

“Onu zulümden uzaklaştırırsın veya onun zulmüne engel olursun. Ona yapacağın yardım işte budur.” (Buhârî, İkrâh, 7; Tirmizî, Fiten, 68)

Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir defasında çevresindekilere şöyle demiştir: “Ey insanlar! Şüphesiz siz şu ayeti okuyorsunuz: “

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın! Doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez.” (Maide 5/105) Oysa ben Rasûlullah’ı (s.a.v.) şöyle buyururken işittim:

إِنَّ النَّاسَ إِذَا رَأَوْا الظَّالِمَ فَلَمْ يَأْخُذُوا عَلَى يَدَيْهِ أَوْشَكَ أَنْ يَعُمَّهُمُ اللَّهُ بِعِقَابٍ مِنْهُ

“Şüphesiz ki insanlar zalimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa, Allah’ın kendi katından göndereceği bir azabı hepsine umumileştirmesi yakındır.” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 8; Tefsîru sûre, 5)

Hz. Ebubekir (r.a.) eğer insanlar zalimi görürler ve onu engellemeye güçleri yettiği halde zulmüne engel olmazlarsa, Allah’ın; kötülük yapana da, sessiz kalana da, kendi katından azabı indirmesinin uzak olmadığını ifade etmiştir.

Şartlar ne olursa olsun Müslüman zalimin karşısında, mazlumun ise yanında yer almalıdır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v) bunun zıddına hareket edenleri,

وَمَنْ أَعَانَ عَلَى خُصُومَةٍ بِظُلْمٍ فَقَدْ بَاءَ بِغَضَبٍ مِنَ اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ

“Bir davada zulme yardımcı olan kimse, kuşkusuz Allah’ın gazabına uğrar.” (Ebû Dâvûd, Kadâ’ (akdiye), 14) sözleriyle uyarmıştır.

Kıssa:

Bir gün Behlül Dânâ'nın doğru yolu göstermek için söylediği sözlerden rahatsız olanlar, Hârûn Reşîd'e gidip; “Sultanım, bizim yaptıklarımızın ona ne zararı var? Bizi kendi hâlimize bıraksın. Sonra her koyun kendi bacağından asılır.” gibi sözlerle şikâyet ettiler. Bunun üzerine Hârûn Reşîd, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, halkın isteğini bildirir. Behlül Dânâ hiç sesini çıkarmadan sarayı terk eder. Birkaç koyun alıp kesip, bacaklarından mahallenin köşe başlarına asar. Bunu gören halk gülerek; “Deliden başka ne beklenir, yaptığı işler hep böyle zaten.” derler. Aradan günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokar ve bundan da bütün mahalle zarar görür. Kokudan durulmaz hâle gelince, aynı kişiler Hârûn Reşîd'e gidip, durumu anlatırlar. Harun Reşid, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, sorduğunda: “Bir kötünün herkese zararı olduğunu herhalde anladılar. Ben bir şey yapmadım, her koyunun kendi bacağından asıldığını onlara gösterdim” diye cevap verir.

Hz. Peygamber (s.a.v) zulme, haksızlığa, sapkınlığa ve toplumu ifsat eden kişi ve durumlara karşı Müslümanın duruşunu ve toplumsal refleksi hadisinde şöyle ifade etmiştir;

مَنْ ‌رَأَى ‌مِنْكُمْ ‌مُنْكَرًا فَلْيُغَيِّرْهُ بِيَدِهِ، فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِلِسَانِهِ، فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِقَلْبِهِ، وَذَلِكَ أَضْعَفُ الْإِيمَانِ

Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle buğz etsin; bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman, 78)

Toplumu ifsad eden kişi ve durumlara karşı sessiz kalmak; zamanla zulme ve sapkınlığa karşı duyarsızlaşmaya hatta kişinin inanç, ibadet ve ahlak dünyasında sapmalara yol açar. İbn Mes’ud’ dan (r.a.) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “İsrailoğulları arasında dinden sapma ilk defa şöyle başladı: Bir adam bir başka adama rastlar ve “Bana baksana! Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terk et. Çünkü bu sana helâl değildir” derdi. Ertesi gün aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır ve onu kötü işinden nehy etmediği gibi, onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah Teâlâ kalplerini birbirine benzetti.

Resûl-i Ekrem (s.a.v) (Mâide sûresi, 77-81) ayetleri okuduktan sonra şöyle buyurdu:

كَلَّا وَاللَّهِ لَتَأْمُرُنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلَتَنْهَوُنَّ عَنِ الْمُنْكَرِ، وَلَتَأْخُذُنَّ عَلَى يَدِ الظَّالِمِ، وَلَتَأْطُرُنَّهُ عَلَى الْحَقِّ أَطْرًا، أَوْ لَيَضْرِبَنَّ اللَّهُ بِقُلُوبِ بَعْضِكُمْ عَلَى بَعْضٍ، ثُمَّ لَيَلْعَنَنَّكُمْ كَمَا لَعَنَهُمْ

Hayır, Allah’a yemin ederim ki; ya iyiliği emreder, kötülükten nehy eder, zalimin elini tutup zulmüne mani olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, sonra da İsrailoğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 5; Ebû Dâvûd, Melâhim, 17)

Bir haksızlığa şahit olan herkes, en az haksızlığa uğrayan kişi kadar zulme karşı koymak, direnmek ve engellemeye çalışmakla sorumludur. Zira toplumsal duyarlılığın azalması, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” gibi sorumsuz ve vurdumduymaz bir yaklaşımın artması, bütün toplumun zarar görmesine sebep olacaktır. Bu nedenle, değil zulme razı olmak, zulmedenlere meyletmek bile Kur’an’da yasaklanmıştır.

وَلاَ تَرْكَنُوا إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِنْ أَوْلِيَاء ثُمَّ لاَ تُنصَرُونَ

“Ve asla zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.” (Hud, 11/113)

Filistin’deki Zulme Rıza Gösteremeyiz!

Barış ve huzurun merkezi olan Kudüs on yıllardır zulme tanıklık etmektedir. Bugün Kudüs’te yaşanan vahşete ve soykırıma rıza gösteremeyiz. Masum canlara kıyan katillerin zulmüne karşı durmazsak ateş tüm dünyayı saracak, kimse güvende olmayacaktır.

Unutmayalım ki herkesin, her zaman kötülüğe engel olmak için yapabileceği bir şeyler mutlaka vardır. Zulme engel, mazluma umut olmak için caydırıcı rol üstlenelim, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) buyurduğu gibi elimizle, dilimizle ve kalbimizle ne gerekiyorsa yapalım.

Elimizle Zulme Karşı Duralım!

Elimizden geldiğince maddi yardımlarımızı kardeşlerimize güvenilir yardım kuruluşları aracılığıyla ulaştıralım. Protesto ve yürüyüşlerle Müslüman kardeşlerimize moral verelim. Düşmanın ürettiği hiçbir ürünü almayıp kararlılıkla boykota devam edelim.

Dilimizle Zulme Karşı Duralım!

Dijital ortamda duyarlı olalım. Medya imkânlarıyla bu zulmü dünyaya duyuralım. Ne işe yarar ki demeyelim. Hiçbir şey yapmamaktan iyidir. Yeni yüzyılın en büyük silahı sosyal medyayı iyilikten yana kullanacağız. Sezai Karakoç’un da dediği gibi “Kardeşiz! demek yetmez. Habil misin yoksa Kâbil mi? Onu netleştirmek lazım.”

Kalbimizle Zulme Karşı Duralım!

Filistin başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde zulme uğrayan ve şehit olan bütün kardeşlerimize dualarımızla kalben destek olalım.

Zulmün Cezası ve Zalimin Akıbeti

Hz. Peygamber (s.a.v) her fırsatta başkasına zulmedenin dünyada ve âhirette cezasız kalmayacağını bildirmiştir. İşte bu yüzden Resûlullah (s.a.v) değerli sahâbîsi Muâz b. Cebel’i (r.a.) Yemen’e gönderirken, zekât tahsili sırasında mal sahiplerine haksızlık yapmamasını tavsiye ederek,

…وَاتَّقِ دَعْوَةَ الْمَظْلُومِ ، فَإِنَّهُ لَيْسَ بَيْنَهُ وَبَيْنَ اللَّهِ حِجَابٌ

“Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü mazlumun bedduası ile Allah’ın kabulü arasında hiçbir perde yoktur.” demiş, (Buhârî, Zekât, 63) mazlumun bedduasını almamaları konusunda insanları uyarmıştır.

Belki zalim belirli bir süre için zulmüne devam edebilir ve yaptığı yanına kâr kalmış gibi görünebilir. Fakat mazlumun ahının ilelebet yerde kalması kesinlikle söz konusu değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v), bir mazlum Allah’a yakardığı zaman ona gök kapılarının açıldığını ve Allah’ın,

وَعِزَّتِى لأَنْصُرَنَّكَ وَلَوْ بَعْدَ حِينٍ

“Yemin olsun ki, belirli bir zaman sonra da olsa sana mutlaka yardım edeceğim.” buyurduğunu müjdelemiştir. (Tirmizî, Deavât, 128)

Allah Resûlü (s.a.v) başka bir hadisinde ise,

إن اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ يُمْلِي لِلظَّالِمِ , فَإذا أخذهُ لَمْ يُفْلِتْهُ ثُمَّ قَرَأَ:

وَكَذَلِكَ أخذ رَبِّكَ إذا أخذ الْقُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إن أخذهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ

“Allah zalime mühlet verir, fakat onu yakalayacağı zaman göz açtırmadan ansızın yakalar.” demiş ve şu âyeti okumuştur: “İşte Rabbin zulmeden şehirleri yakaladığı zaman böyle yakalar. Çünkü onun azabı çok acı ve çok çetindir.” (Hûd, 11/102; Buhârî, Tefsir, Hûd, 5; Müslim, Birr ve sıla, 61)

Zalimleri bu dünyadakilerin yanı sıra âhirette de acıklı bir azap bekler. (Şûrâ, 42/44-45) Zira zulmetmek Peygamberimizin (s.a.v) özlü ifadesiyle,

الظُّلْمُ ظُلُمَاتٌ يَوْمَ الْقِيَامَة

“Zulüm, kıyamet gününde zifiri karanlıklar demektir.” (Buhârî, Mezâlim, 8; Müslim, Birr ve sıla, 57)

Bu yüzden Allah Resûlü (s.a.v) ashâbına altın ve gümüşün geçmediği kıyamet gününden önce, haksızlık ettikleri kimselerle helâlleşmelerini tavsiye etmiştir;

مَنْ كانت لَهُ مَظْلَمَةٌ لأخيهِ مِنْ عِرْضِهِ أَوْ شَيْءٍ, فَلْيَتَحَلَّلْهُ مِنْهُ الْيَوْمَ قَبْل َأن لاَ يَكُونَ دِينَارٌ وَلاَ دِرْهَمٌ, إن كان لَهُ عَمَلٌ صَالِحٌ أخذ مِنْهُ بِقَدْرِ مَظْلَمَتِهِ , وَإن لَمْ تَكُنْ لَهُ حَسَنَاتٌ أخذ مِنْ سَيِّئَاتِ صَاحبهِ فَحُمِلَ عَلَيْهِ

Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı veya diğer bir hususla ilgili haksızlık varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmezden önce o kimseyle helalleşsin. Yoksa yaptığı zulüm oranında onun iyi amellerinin sevabından alınıp hak sahibine verilir. Şayet iyiliği sevabı yoksa zulmettiği kardeşinin günahından alınarak haksızlık eden kimse üzerine yüklenir.” (Buhari, Mezalim,10)

Sonuç:

İslâm, kişinin Rabbine şirk koşmasından başlamak üzere zulmün her türlüsünü yasaklamış ve zalimlerin kurtuluşa eremeyeceğini kesin bir şekilde açıklamıştır. Haksızlık yapılan kişinin Müslüman olup olmaması sonucu etkilemez. Zira “kul hakkı” kavramı bütün insanları kapsayan bir özelliğe sahiptir. Bunca uyarıya rağmen kim zulmederse, onu dünya ve âhirette acıklı bir sonun beklediğini hatırından çıkarmamalıdır. Çünkü zarar vermemek ve zarara uğramamak temel bir prensiptir ve zulme uğrayan kişi affetmedikçe kötülük yapan kötülük bulacaktır. (Şûrâ, 42/40) Bu ağır sorumluluk sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.v) kul hakkıyla Allah’ın huzuruna varmaktan özenle kaçınıyor ve “Ben, sizden hiç kimse, kendisine kan veya mal (meselesi) sebebiyle yaptığım bir haksızlıktan dolayı peşimde olmaksızın Rabbime kavuşmayı ümit ederim.” (Tirmizî, Büyû’, 73) diyordu. Ayrıca şöyle dua ediyordu:

اللَّهُمَّ إِنِّى أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْفَقْرِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنَ الْقِلَّةِ وَالذِّلَّةِ وَأَعُوذُ بِكَ أَنْ أَظْلِمَ أَوْ أُظْلَمَ

“Allah’ım! Fakirlikten sana sığınırım. Darlık ve zilletten sana sığınırım. Zulmetmekten ve zulme uğramaktan da sana sığınırım.” (Buhârî, Edebü’l-müfred, 236)

Vaazımı bir vefa borcu olarak; başta Filistin olmak üzere dünyada zulüm gören bütün kardeşlerimize, Rahmet elçisinin Taif'ten kovulduğunda yaptığı rivayet edilen yakarış ve iltica ile bitiriyorum:

“Allah'ım güçsüzlüğümüzü ve çaresizliğimizi, insanlar nezdinde düştüğümüz hor ve hakir durumumuzu sana arz ediyoruz. Sana şikâyet ediyoruz. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sensin zayıfların Rabbi ve Sensin bizim Rabbimiz! Bizi kimlerin eline bırakıyorsun? Sen bizi zalim düşmanların eline düşürme! Onları başımıza musallat etme! Ey Rabbimiz; üzerimize çöken bu musibet ve eziyetler eğer bize karşı bir gazabından değilse çektiğimiz bütün sıkıntılara aldırış etmeyiz, hepsine tahammül ederiz. Ey Rabbimiz, bütün zulmetleri aydınlatan nuruna sığınıyoruz. Dünyayı ve ahireti sulhu-salaha çeviren, gazabını bizden alacak rızana sığınıyoruz. Ey Rabbimiz, sen hoşnut oluncaya kadar senden af diliyoruz. Tövbe ediyoruz ve istiğfarda bulunuyoruz. Biliyoruz ki güç ve kuvvet ancak sana aittir.” (İbn Hişam,1/420)